1 Aralık 2007 Cumartesi

Borges bir gün...

35'inden sonra kalıtımsal nedenlerle giderek kör olmuştur Borges. Ana caddelerde karşıdan karşıya geçebilmek için tanımadığı insanların koluna giriverir.

Yine bir gün, karşıdan karşıya geçmek için koluna girdiği bir adam, karşıya geçtikten sonra:

"Çok sağolun. Ne kadar iyi ve körlere merhametli insanlar var şu dünyada." diyerek ona teşekkür eder.

29 Kasım 2007 Perşembe

Hayatın Anlamı

Eğer hayatımı yeni baştan yaşayabilseydim o yaşamda daha çok hata yapardım.

O kadar mükemmel olmaya çalışmazdım... daha çok dinlenirdim.

Bu yaşamda, onca ciddiyetin arasında yapamadığım kadar eğlenirdim. o kadar temiz kalmazdım.

Daha fazla riskler göze alır,

Daha çok gezer,

Daha çok günbatımı seyrederdim,

Daha çok dağa tırmanır,

Daha çok nehirde yüzerdim gitmediğim daha çok yere giderdim.

Daha çok dondurma, daha az bezelye yerdim.

Daha çok gerçek sorunlarım, daha az sanal sorunlarım olurdu.

Ben yaşamın her dakikasını gerçekçi ve kitabına uygun yaşayan insanlardan biriydim.

Elbette mutluluk anlarım da oldu. ama geriye dönüp, baştan başlayabilseydim çok daha fazla iyi anlarım olurdu.

Çünkü, eğer bilmiyorsanız, yaşam bundan ibarettir, anlar, yalnızca anlar...
"şimdi"yi sakın kaçırma.

Ben, yanında, termometre, bir şişe su ve paraşüt olmaksızın asla bir yere gidemeyen insanlardan biriydim.

Eğer hayatımı yeniden yaşayabilseydim, çok daha hafif gezerdim.

Eğer hayatımı yeniden yaşayabilseydim, baharın başlamasıyla birlikte ayakkabısız yürümeye başlar, sonbahar bitimine değin çıplak ayakla devam ederdim.

Bilinmeyen daha çok yola sapar, güneşin doğuşunu daha çok seyreder, daha çok çocukla oynardım yalnızca bu yaşamda bir şansım daha olsaydı.

Gel gör ki, işte 85 yaşındayım ve biliyorum ki, artık ölmekteyim....

Jorge Luis Borges

28 Kasım 2007 Çarşamba

Hiç hayatınızın birinin izlediği film olduğunu düşündünüz mü?

Kapıyı kapattı... Dairesinden çıkmış, apartmanın koridorunda birkaç adım atmıştı ki, birden durdu. Bir eliyle cebini yoklarken, diğer elini şak diye alnına vurdu. Arkasını dönüp az önce kapattığı kapıya bakakaldı. Sanki kapı şeffafmış da, içerde, tam karşıda sehpanın üzerinde duran anahtarlarını görüyormuş gibiydi. Sinirli bir hareketle başını yana doğru sallayarak şapşallığından sıyrılmak istedi. İçinden söylene söylene merdivenleri inmeye başladı.

Anahtarlarını unutması sanki onun suçu değilmiş de, hayatın O’na her gün özellikle, hiç üşenmeden ve sektirmeden kurduğu sinsi tuzaklardan biriymiş gibi, kabahatini kendinden soyutlayıp, o bilinmeyen, açıklanamayan, lanet edilesi adaletsizlik düzenine yükledi. Daha ilk dakikadan berbat bir gün geçireceğinin ipuçları önüne serilmişti sanki. Zaman zaman böyle günler yaşadığı olur ve o günlerde aklına hep şu soru takılırdı: "Acaba herkesin başına geliyor mu böyle üst üste?" Sonra da diğer insanların başına çok daha kötü terslikler geldiğini düşünerek kendini avutmaya çalışır, ama yine de bu durum onun kendini zerre iyi hissetmesine yardımcı olmazdı.

Apartmandan çıkıp biraz yürümüştü ki, birden irkildi. Sanki yukarılardan biri tükürmüş ya da ishal bir kuşun kıçına hedef olmuş gibi pimpiriklendi hemen. Elini alnındaki ıslaklık hissine götürüp sıyırdıktan sonra, parmağının ucundaki sıvıyı kontrol etti. Nerdeyse hiçbir şey yoktu. Evet, onu vuran ufak bir yağmur damlasıydı. Ardından yüzlercesini çağıran bir yağmur damlası...

İşte yine olmuştu. Ne zaman sokağa çıksa yağmur başlardı. Bütün olasılık hesaplarını alt üst edecek bir tesadüfler zinciri sonucu, o kış neredeyse her sokağa çıkışında, yağmur sanki bulutların ardında haince bir kurnazlıkla onu beklemiş gibi tıpır tıpır saldırmıştı üstüne. Bu denli tesadüf olur şey değildi. Artık mucizeye varan, kendisinin bile inanmakta zorlandığı bu duruma karşı çaresizliği, yenilgiyi kabullenmenin rahatlığıyla hoşuna bile gitmişti. Kendi kendine gülmüş ve olayı espriye vurmuştu: "Küresel ısınma ve barajların susuz kalması benim yüzümden galiba. Çünkü bu kış eve kapandım, pek dışarı çıkmadım. Ben çıkınca yağmur başlıyor, çıkmadığım zamanlar damla düşmüyor." Komik bulduğu bu espriyi kafasında bir köşeye yazıp birkaç kişiye anlatmıştı bile...

Şemsiye taşımaktan nefret ederdi. Taşıdığı zaman da mutlaka bir yerlerde unuturdu. Sadece ıslanmak söz konusu olduğunda gözüne değerli gelen şemsiyeyi düşünürken, birden kafasındaki düşünceler dört bir yana dağıldı. Aniden uyanmış ve yanından süratle geçen arabanın sıçratabileceği sudan kaçmak için ustaca sayılabilecek bir refleksle kaldırıma doğru atılmıştı ki... Maalesef, dizlerine kadar ıslandı.

Uzaklaşan taksinin ardından önce sesli, sonra sessiz küfürler savurdu. O gün, o ana kadar ki talihsizlikleri kendisinin ya da doğanın elinden çıkmıştı. Ama bu son olayda insan faktörü devredeydi. Sarhoş olunca herkese karşı koşulsuz bir sevgi beslemesine paralel olarak, böyle durumlarda da, benliğini bütün insanlara yönelik korkunç bir tiksinti kaplardı. Sınırları olmayan bir nefret duygusu içinde boğulur, karşısına çıkan her insanın bütünüyle kötü yanlarına odaklanır, iğrenirdi. Sanki bütün insanlar özünde kötüymüş gibi gelirdi O’na...

Perişan bir halde kendini kapalı bir mekana atmış, boş bir masaya oturmuştu ki, tam o anda bütün o korkunç ruh halini, tüm stresini, tüm nefretini silip yok eden bir şey oldu. Karşısında bütün sıcaklığıyla, olağanca sevecenliğiyle, kocaman gözleriyle, inanılmaz tatlı gülümsemesiyle, kelimelere sığmayacak duygular anlatan bir yüz vardı. Bir kızın yüzüydü bu. Güzel ya da çirkin olduğu hakkında bir yargıya varmaya gerek bile duymadan baktı kızın anlam dolu yüzüne ve gülümsedi. Başını önüne eğdi kız. Ne çok şey anlatmışlardı sanki o kısa ama uzun anda birbirlerine. Anahtar, yağmur, çamur... Hepsi ne kadar uzakta ve ne kadar önemsizdi şimdi. Gün yeniden başlamıştı adeta...

Gözlerin ikinci buluşmasında, o sımsıcak gülümseyen yüz, tamamen anlamsız, duygusuz bir ifadeye bürünmüş gibiydi. Garipsedi bunu. Kızın yüz ifadesi anlamsızlıktan, şaşkınlığa dönüştü. Sonra şaşkınlık ifadesi de birden kayboldu ve olan oldu. Az önce bütün sıcaklığıyla gülümseyen sevimli surat, şimdi gözlerini, yanaklarını ve çenesini sıkarak küçülmüş, kaşlarını çatıp, yılansı dilini dışarı, O’na doğru çıkararak, inanılmaz çirkin bir hal almıştı. Sonra hemen önüne eğildi çirkin surat ve elindekini kurcalamaya başladı. O anda fark etmişti kızın elindeki cep telefonunu ve az önce kendisine gülümsediğini sandığı suratın basit gizemini. Korkunç bir hisle irkildi. Kendini dünyanın en aptal insanı gibi hissetti. Masadan kalkıp dışarı çıkarken hiçbir şey olmamış gibi umursamaz ve rahat bir tavır takınmaya çalıştı. Ancak içindeki nefret çığ gibi büyüyor ve bütün o tiksinç insanlarla beraber, bu sefer kendisini de içine alıyordu. O anda karşısına biri çıkıp, aniden O’nu tokatlamaya başlasa veya hiç ummadığı bir anda arkasından kıçına okkalı bir tekme indirseler, mutlu bile olur, O kişilere minnetle teşekkür ederdi.

Kafasını allak bullak eden, zihinsel olarak güçten düşüren, usandıran düşüncelere karşı savunmasız hissetti kendini. Kovmak istiyordu onları kafasından, savaşamıyordu artık. Keşke hiçbir şey düşünememe gibi bir yeteneğim olsa diye düşündü. O zaman hep olumlu şeyleri düşünür, mutlu olur, olumsuz şeyler aklına geldiğindeyse hemen düşünme halini durdurup, kendini kendine karşı korurdu. Böylece ne kendisi ne de başkaları mutsuz edemezdi O’nu. Tam o anda karşısına çıktı sinema salonu. Sinema... Bundan daha iyi bir kendinden kaçış olamazdı. Ücretsiz kısa film gösterimleri vardı...

İnsanlara yakın olmamak, bütün o aptalca konuşmalarını kazara duymamak için salonun kuytu bir köşesine yerleşti. Kısa ama sıkıcı bir bekleyişin ardından film başladı. Oldukça eski, siyah beyaz ve sessiz bir filmdi bu. Görüntünün normalden hızlı aktığı, insanların komik bir aceleyle hareket ettiği filmlerden.

Baş karakter evinin kapısını çekmiş, sonra da birden elini kafasına vurup, tekrar kapıya umutsuzca yüklenmeye başlamıştı. Bu sırada içerde, kapının öbür tarafında unutulmuş anahtarı gösterdi kamera. Deja vu’nun da ötesinde inanılmaz bir histi bu. Kahkahayı koy verdi. Filmdeki adam kapıdan umudu kesmiş, dışarı çıkıp yürümeye başlamıştı. Temiz havayı iştahla ciğerlerine çekmek için gözlerini kapayıp, başını havaya doğru kaldırmıştı ki, bardaktan boşanırcasına bastıran yağmurla bir anda sırılsıklam oldu. Bizimki başını arkaya doğru atıp, geniş bir kahkaha yaydı dudaklarına. Bu kadarı da olacak şey değildi. Sonra adam yağmurdan sığınacak bir yer bulamadığı için kendini yoldan geçen bir at arabasının önüne attı. Ancak araba durmadığı gibi, yerdeki bütün çamur birikintisini adamın üzerine püskürttü. Şaşkın şaşkın arabanın ardından baktı adam ve iki elini havada yana doğru açıp hayıflandı. Tam o anda, ufacık pırpırlı şemsiyesi ve minicik aceleci adımlarıyla kaldırımda yürüyen güzel bayanı gördü. Üstündeki çukurluğa yağmur sularının biriktiği şapkasını çıkartıp, kocaman bir gülümsemeyle kadına selam verdi. Ancak kadın başını sertçe öbür yana çevirip, omuz silkti ve adımlarını hızlandırdı. Adam da “Ne yapalım?” dercesine umursamaz dudaklarını büktü ve şapkasını kafasına geçirip yoluna gitti. Sonra… Ya da neyse… Merak etmeyin. Size filmin sonunu anlatmayacağım.

* * *

Sinemadan çıktığında, suratında hiç olmadığı kadar parlak bir gülümseme vardı. İnsan kalabalığına ve binalara şöyle bir göz gezdirdi. Hayat filmdeki gibi hızlı akmıyor, insanlar komik bir aceleyle koşuşturmuyorlardı. Her şey ne kadar monoton görünüyordu. Yine de bozmadı moralini. Dalga geçercesine güldü bu duruma. Herkes figüran, kendisi başrol oyuncusuymuş gibi hissediyordu. O anda ne üzebilirdi ki O’nu? Yürüdü…